11 Eylül 2011 Pazar

GERÇEK AŞK


Ey dostlar! Bu hikayeyi dinleyiniz. Hakikatte o bizim bu günkü halimizdir

Bundan evvelki bir zamanda bir padişah vardı. O hem dünya, hem din saltanatına malikti. Padişah, bir gün hususi adamları ile av için hayvana binmiş, giderken ana caddede bir halayık gördü. O halayığın kölesi oldu. Can kuşu kafeste çırpınmaya başladı. Mal verdi o halayığı satın aldı.Onu alıp arzusuna nail oldu. Fakat kazara o halayık hastalandı.
Birisinin eşeği varmış, fakat palanı yokmuş. Palanı ele geçirmiş, bu sefer eşeği kurt kapmış. Birisinin ibriği varmış, fakat suyu elde edememiş. Suyu bulunca da ibrik kırılmış!
Padişah sağdan, soldan hekimler topladı. Dedi ki: “İkimizin hayatı da sizin elinizdedir. Benim hayatım bir şey değil, asıl canımın canı odur. Ben dertliyim, hastayım, dermanım o .Kim benim canıma derman ederse benim hazinemi, incimi ve mercanımı ( atiye ve ihsanımı) o aldı (demektir)”.
Hepsi birden dediler ki: “Canımız feda edelim. Beraberce düşünüp beraberce tedavi edelim. Bizim her birimiz bir alem Mesih’idir, elimizde her hastalığa bir ilaç vardır.”
Kibirlerinden Allah isterse (inşaallah ) demediler. Allah da onlara insanların acizliğini gösterdi.”İnşaallah” sözünü terk ettiklerini söylemeden maksadım, insanların yürek katılığını ve mağrurluğunu söylemektir. Yoksa arızi bir halet olan inşaallah’ı söylemeyi unuttuklarını anlatmak değildir. Hey gidi nice inşaallahı diliyle söylemeyen vardır ki canı “inşaallah” la eş olmuştur.


İlaç ve tedavi nevinden her ne yapıldı ise hastalık arttı maksat da hasıl olmadı.O halayıkcağız, hastalıktan kıl gibi olunca padişahın kanlı göz yaşı ırmağa döndü. Kazara sirkengübin safrayı arttırdı. Badem yağı da kuruluk tesirini göstermeye başladı. Karahelileyle kabız oldu, ferahlığı gitti; su, neft gibi ateşe yardım etti.

Padişah, hekimlerin aciz kaldıklarını görünce yalınayak mescide koştu.Mescide gidip mihrap tarafına yöneldi. Secde yeri göz yaşından sırsıklam oldu.Yokluk istiğrakından kendisine gelince ağzını açtı, hoş bir tarzda medhü senaya başladı:
“En az bahşişi dünya mülkü olan Allahm! Ben ne söyleyeyim? Zaten sen gizlileri bilirsin.Ey daima dileğimize penah olan Allah! Biz bu sefer de yolu yanıldık.Ama sen “Ben gerçi senin gizlediğin şeyleri bilirim. Fakat sen, yine onları meydana dök” dedin.
Padişah, ta can evinden coşunca bağışlama denizi de coşmaya başladı.Ağlama esnasında uykuya daldı.
Rüyasında bir pir göründü. Dedi ki: “Ey padişah, müjde; dileklerin kabul oldu. Yarın bir yabancı gelirse o, bizdendir.O gelen hazık hekimdir. Onu doğru bil, çünkü o emin ve gerçek erenlerdendir.İlacında kati sihri gör, mizacında da Hak kudretini müşahede et.”
Vade zamanı gelip gündüz olunca... güneş doğudan görünüp yıldızları yakınca:Rüyada kendine gösterdikleri zatı görmek için pencerede bekliyordu.Bir de gördü ki, faziletli, fevkalade hünerli, bilgili bir kimse, gölge ortasında bir güneş;Uzaktan hilal gibi erişmekte, yok olduğu halde hayal şeklinde var gibi görünmekte.
Ruhumuzda da hayal, yok gibidir. Sen bütün bir cihanı hayal üzere yürür gör!Onların başları da, savaşları da hayale müstenittir. Öğünmeleri de, utanmaları da bir hayalden ötürüdür.Evliyanın tuzağı olan o hayaller, Allah bahçelerindeki ay çehrelilerin akisleridir.
Padişahın rüyada gördüğü hayal de o misafir pirin çehresinde görünüp duruyordu.Padişah bizzat abeyincilerin yerine koştu, o gaipten gelen konuğun huzuruna vardı.Her ikisi de aşinalık (yüzgeçlik) öğrenmiş bir tek denizdi, her ikisi de dikilmeksizin birbirine dikilmiş, bağlanmışlardı.
Padişah: “Benim asıl sevgilim sensin, o değil. Fakat dünyada iş işten çıkar.Ey aziz, sen bana Mustafa’sın. Ben de sana Ömer gibiyim. Senin hizmetin uğrunda belime gayret kemerini bağladım” dedi.
Allah’dan edebe muvaffak olmayı dileyelim. Edebi olmayan kimse Allah’nın lütfundan mahrumdur.Edebi olmayan yalnız kendine kötülük etmiş olmaz. Belki bütün dünyayı ateşe vermiş olur.
Alışverişsiz, dedikodusuz Allah sofrası gökten iniyordu.Musa kavmi içinde birkaç kimse terbiyesizce “hanı sarımsak, mercimek” dediler.Ondan sonra gökyüzünün sofrası, ekmeği kesildi; ekme, bel belleme, orak sallama kaldı.Sonra İsa şefaat edince Hak, yemek sofrası ve tabaklarla ganimetler gönderdi.Yine küstahlar edebi terk ederek sofradan yemek artığını aşırdılar.
İsa bunlara yalvardı. “Bu devamlıdır, yeryüzünden kalkmaz.Bir ulu kişinin sofrası başında kötü zanna düşmek ve harislik etmek küfürdür” dedi.O rahmet kapısı, hırslarından dolayı bu görmedik dilencilerin yüzlerine kapandı.Zekat verilmeyince yağmur bulutu gelmez zinadan dolayı da etrafa veba yayılır.İçine kasavetten, gussadan ne gelirse korkusuzluktan ve küstahlıktan gelir.
Kim dost yolunda pervasızlık ederse erlerin yolunu vurucudur, namert odur.Edepten dolayı bu felek nura gark olmuştur: Yine edepten dolayı melekler masum ve tertemiz olmuşlardır.Güneşin tutulması, küstahlık yüzündendir. Bir melek olan Azazil de yine küstahlık yüzünden kapıdan sürülmüştür.
Kollarını açıp onu kucakladı, aşk gibi gönlüne aldı, canının için çekti.Elini, alnını öpmeğe, oturdu yeri, geldiği yolu sormaya başladı.Sora sora odanın başköşesine kadar çekti ve dedi ki: “Nihayet sabırla bir define buldum.
Ey vuslatı, her sualin cevabı! Senin yüzünden nişliğin anahtarıdır” sözünün manası, Ey vuslatı, her sualin cevabı! Senin yüzünden müşkül, konuşmaksızın, dedikodusuz hallolur gider.Sen, gönlümüzde, onların tercümanısın, her ayağı çamura batanın elini tutan sensin.
Ey seçilmiş,ey Allah’dan razı olmuş ve Allah rızasını kazanmış kişi, merhaba! Sen kaybolursan hemen kaza gelir, feza daralır.Sen, kavmin ulususun, sana müştak olmayan, seni arzulamayan bayağılaşmıştır. Bundan vazgeçmezse...”O ağırlama, o hal hatır sorma meclisi geçince o zatın elini tutup hareme götürdü.
Padişah, hastayı ve hastalığını anlatıp sonra onu hastanın yanına götürdü.Hekim, hastanın yüzünü görüp, nabzını sayıp, idrarını muayene etti. Hastalığının arazını ve sebeplerini de dinledi.
Dedi ki: “Öbür hekimlerin çeşitli tedavileri, tamir değil; büsbütün harap etmişler. Onlar, iç ahvalinden haberdar değildirler. Körlüklerinden hepsinin aklı dışarıda.” Hekim, hastalığı gördü, gizli şey ona açıldı. Fakat onu gizledi ve sultana söylemedi. Hastalığı safra ve sevdadan değildi.
Her odunun kokusu dumanından meydana çıkar. İnlemesinden gördü ki, o gönül hastasıdır. Vücudu afiyettedir ama o, gönüle tutulmuştur. Aşıklık gönül iniltisinden belli olur, hiçbir hastalık gönül hastalığı gibi değildir.
Aşığın hastalığı bütün hastalıklardan ayrıdır. Aşk, Allah sırlarının usturlabıdır. Aşıklık ister cihetten olsun, ister bu cihetten... akıbet bizim için o tarafa kılavuzdur. Aşkı şerh etmek ve anlatmak için ne söylersem söyliyeyim... asıl aşka gelince o sözlerden mahcup olurum. Dilin tefsiri gerçi pek aydınlatıcıdır, fakat dile düşmeyen aşk daha aydındır. Çünkü kalem, yazmada koşup durmaktadır, ama aşk bahsine gelince; çatlar, aciz kalır. Aşkın şerhinde akıl, çamura saplanmış eşek gibi yattı kaldı. Aşkı , aşıklığı yine aşk şerh etti.
Güneşin vucuduna delil, yine güneştir. Sana delil lazım ise güneşten yüz çevirme. Gerçi gölgede güneşin varlığından bir nişan verir, fakat asıl güneş her an can nuru bahşeyler. Gölge sana gece misali gibi uyku getirir. Ama güneş doğuverince ay yarılır (nuru görünmez olur). Zaten cihanda güneş gibi misli bulunmaz bir şey yoktur. Baki olan can güneşi öyle bir güneştir ki, asla gurub etmez.
Güneş gerçi tektir, fakat onun mislini tasvir etmek mümkündür. Ama kendisinden esir olan güneş, öyle bir güneştir ki, ona zihinde de, dışarıda da benzer olamaz. Nerede tasavvurda onun sığacağı bir yer ki misli tasvir edilebilsin!
Şemseddin’in sözü gelince dördüncü kat göğün güneşi başını çekti, gizlendi. Onun adı anılınca ihsanlarından bir remzi anlatmak vacip oldu.Can şu anda eteğimi çekiyor. Yusuf’un gömleğinden koku almış! “Yıllarca süren sohbet hakkı için o güzel hallerden tekrar bir hali söyle, anlat. Ki yer, gök gülsün, sevinsin. Akıl, ruh ve göz de yüz derece daha fazla sevince, neşeye dalsın” (diyor). “Beni külfete sokma, çünkü ben şimdi yokluktayım. Zihnim durakladı onu görmekten acizim. Ayık olmayan kişinin her söylediği söz... dilerse tefekküre düşsün, dilerse haddinden fazla zarafet satmaya kalkışsın... yaraşır söz değildir.
Eşi bulunmayan o sevgilinin vasfına dair ne söyleyeyim ki bir damarım bile ayık değil! Bu ayrılığın, bu ciğer kanının şerhini şimdi geç, başka bir zamana kadar bunu bırak!”
(Can) dedi ki: “Beni doyur, çünkü ben açım. Çabuk ol çünkü vakit keskin bir kılıçtır. Ey yoldaş, ey arkadaş! Sufi, vakit oğludur (bulunduğu vaktin iktizasına göre iş görür). “Yarın” demek yol şartlarından değildir. Sen yoksa sufi bir er değilmisin? Vara veresiyeden yokluk gelir”.
Ona dedim ki: “Sevgilinin sırlarını gizli kapaklı geçmek daha hoştur. Sen, artık hikayelere kulak ver, işi onlardan anla! Dilbere ait sırların, başkalarına ait sözler içinde söylenmesi daha hoştur.” O, “Bunu apaçık söyle ki dini açık olarak anmak, gizli anmaktan iyidir. Perdeyi kaldır ve açıkça söyle ki ben, güzelle gömlekli olarak yatmam” dedi.
Dedim ki: “O apaçık soyunur, çırılçıplak bir hale gelirse ne sen kalırsın,ne kucağın kalır, ne belin! İste ama derecesine göre iste; bir otun bir dağı çekmeye kudreti yoktur.
Bu alemi aydınlatan güneş, bir parçacık yaklaştı mı, her şey yandı gitti! Fitneyi, kargaşalığı ve kan dökücülüğü araştırma, Şems-ı Tebrizi’den bundan fazla bahsetme. Bunun sonu yoktur; sen yine hikayeye başla, onu tamamlamana bak.
(Hekim) dedi ki: “Ey padişah, evi halvet et, yakını da uzaklaştır.Köşeden , bucaktan kimse kulak vermesinde ben bu cariyecikten bir şeyler sorayım.”
Oda boşaltıldı, Hekim ile hastadan başka kimsecikler kalmadı. Hekim tatlılıkla yumuşak yumuşak dedi ki: “Memleketin neresi? Çünkü her memleket halkının ilacı başka başkadır. O memlekette akrabandan kimler var? Kime yakınsınız; neye bağlısınız? Elini kızın nabzına koyup birer birer felekten çektiği cevir ve meşakkati soruyordu.
Bir adamın ayağına diken batınca ayağını dizi üstüne kor. İğne ucu ile diken başını arar durur, bulamazsa orasını dudağı ile ıslatır. Ayağa batan dikeni bulmak bu derece müşkül olursa, yüreğe batan diken nicedir? Cevabını sen ver! Her çer çöp (mesabesinde olan,) gönül dikenini göreydi gamlar, kederler; herkese el uzatabilir miydi?
Bir kişi, eşeğin kuyruğu altına diken kor. Eşek onu oradan çıkarmasını bilmez, boyuna çifte atar. Zıplar, zıpladıkça da diken daha kuvvetli batar. Dikeni çıkarmak için akıllı bir adam lazım. Eşek, dikeni çıkarabilmek için can acısı ile çifte atar durur ve yüz yerini daha yaralar. O diken çıkaran hekim üstaddı .
Halayığın her tarafına elini koyup muayene ediyordu. Halayıktan hikaye yolu ile dostların ahvalini sormakta idi. Kız, bütün sırlarını hekime açıkça söylemekte, kendi durağından, efendilerinden, şehrinden ve şehrinin dışından bahsetmekteydi.
Hekim kızın anlatmasına kulak vermekte, nabzına ve nabzının atmasına dikkat etmekte idi. Nabzı kimin adı anılınca atarsa cihanda gönlünün istediği odur(diyordu). Memleketinde ki dostlarını saydı, döktü. Ondan sonra diğer bir memleketi andı. “Memleketinden çıkınca en evvel hangi memlekette bulundun?”dedi.
Kız bir şehrin adını söyleyip geçti. Fakat yüzünün rengi nabzının atması başkalaşmadı.Efendileri ve şehirleri birer birer saydı;o yerleri, yurtları, oralarda geçirdiği zamanları, tuz, ekmek yediği kişileri tekrar tekrar söyledi.Şehir şehir, ev ev saydı döktü, kızın ne damarı oynadı, ne çehresi sarardı.
Hekim şeker gibi Semerkand şehrini soruncaya kadar kızın nabzı tabii haldeydi fazla atmıyordu.Semerkand’ı sorunca nabzı attı, çehresi kızardı, sarardı. Çünkü o, Semerkad’lı bir kuyumcudan ayrılmıştı.O hekim, hastadan bu sırrı elde edip o dert ve belanın aslına erişince:“Onun semti hangi mahallede?” diye sordu. Kız, “Köprü başında, Gatfer mahallesinde” dedi.
Hekim, “Hastalığının ne olduğunu hemen anladım. Seni tedavi hususunda sihirler göstereceğim;Sevin, ilişik etme, emin ol ki yağmur çimenlere ne yaparsa ben de sana onu yapacağım;Ben, senin gamını çekmekteyim, sen gam yeme; ben sana yüz babadan daha şefkatliyim;Aman, sakın ha, bu sırrı kimseye söyleme; padişah senden bunu ne kadar sorup soruştursa yine sakla;Sırların gönülde gizli kalırsa o muradın çabucak hasıl olur;dedi.
Peygamber demiştir ki: “Her kim sırrını saklar ise çabucak muradına erişir.” Tohum toprak içinde gizlenince, onun gizlenmesi, bahçenin yeşillenmesi ile neticelenir. Altın ve gümüş gizli olmasalardı... madende nasıl musaffa olurlar, nasıl altın ve gümüş haline gelirlerdi? O hekimin vaadleri ve lütufları hastayı korkudan emin etti. Hakiki olan vaadleri gönül kabul eder, içten gelmeyen vaadler ise insanı ıstıraba sokar. Kerem ehlinin vaadleri akıp duran, eseri daima görünen hazinedir. Ehil olmayanların, kerem sahibi bulunmayanların vaadleri ise gönül azabıdır.
Ondan sonra hekim, kalkıp padişahın huzuruna gitti.; padişahı bu meseleden birazcık haberdar etti. Dedi ki: “Çare şundan ibaret: bu derdin iyileşmesi için o adamı getirelim. Kuyumcuyu o uzak şehirden çağır, onu altınla, elbise ile aldat.” Padişah, hekimden bu sözü duyunca nasihatini, candan gönülden kabul etti. O tarafa ehliyetli, kifayetli, adil bir iki kişiyi elçi olarak gönderdi.
O iki bey, kuyumcuya padişahtan muştucu olarak Semerkand’e kadar geldiler. Dediler ki: “Ey lütuf sahibi üstad, ey marifette kamil kişi! Öğülmen şehirlere yayılmıştır. İşte filan padişah, kuyumcubaşılık için seni seçti. Zira (bu işte) pek büyüksün, pek kamilsin. Şimdilik şu elbiseyi, altın ve gümüşü al da gelince de padişahın havassından ve nedimlerinden olursun.”
Adam çok malı, çok parayı görünce gururlandı, şehirden çoluk çocuktan ayrıldı. Adam neşeli bir halde yola düştü. Haberi yoktu ki padişah canına kastetmişti. Arap atına binip sevinçle koşturdu, kendi kanının diyetini elbise sandı.
Ey yüzlerce razılıkla sefere düşen ve bizzat kendi ayağı ile kötü bir kazaya giden. Hayalinde mülk, şeref ve ululuk. Fakat Azrail “Git evet, muradına erişirsin” demekte!
O garip kişi yoldan gelince, hekim onu padişahın huzuruna götürdü; Güzellik mumunun başı ucunda yakılması için onu, padişahın yanına izzet ve ikramla iletti.
Padişah onu görünce pek ağırladı, altın hazinesini ona teslim etti. Sonra hekim dedi ki: “Ey büyük sultan o cariyeciği bu tacire ver ki visali ile iyileşsin, visalinin suyu o ateşi gidersin.”
Padişah, o ay yüzlüyü kuyumcuya bahşetti, o iki sohbet müştakını birbirine çift etti. Altı ay kadar murat alıp murat verdiler. Bu suretle o kız da tamamen iyileşti.
Ondan sonra hekim, kuyumcuya bir şerbet yaptı, kuyumcu içti, kızın karşısın da erimeye başladı. Hastalık yüzünden kuyumcunun güzelliği kalmayınca kızın canı, onun derdinden azat oldu, ondan vazgeçti. Kuyumcu, çirkinleşip hastalanınca kızın gönlüde yavaş yavaş ondan soğudu.
Ancak zahiri güzelliğe ait bulunan aşklar aşk değildir. Onlar nihayet bir ar olur. Keşke kuyumcu baştan başa ayıp ve ar olsaydı, tamamı ile çirkin bulunsaydı da başına bu kötü hal gelmeseydi! Kuyumcunun gözünden ırmak gibi kanlar aktı, yüzü canına düşman kesildi.
Tavus kuşunun kanadı, kendisine düşmandır. Nice padişahlar vardır ki kuvvet ve azametleri helaklerine sebep olmuştur.
Kuyumcu,”Ben o ahuyum ki göbeğimin miskinden dolayı bu avcı, benim saf kanımı dökmüştür. Ah ben o sahra tilkisiyim ki postum için beni tuzağa düşürüp tuttular, başımı kestiler. Ah ben o filim ki dişimi elde etmek için filci benim kanımı döktü. Beni benden aşağı birisi için öldüren, kanımı döken; bilmiyor ki benim kanım uyumaz! Bu gün bana ise yarın onadır. Böyle benim gibi bir adamın kanı nasıl zayi olur?
Duvar gerçi (günün ilk kısmında yere) uzun bir gölge düşürür; fakat o gölge, gölgeyi meydana getirene avdet eder.
Bu cihan dağdır, bizim yaptıklarımız ses. Seslerin aksi yine bizim semtimize gelir” dedi.Kuyumcu bu sözleri söyledi ve hemen toprak altına gitti.
O cariyecik de aşktan ve hastalıktan arındı, tertemiz oldu. Çünkü ölülerin aşkı ebedi değildir, çükü ölü tekrar bize gelmez.
Diri aşk ruhta ve gözdedir. Her anda goncadan daha taze olur durur. O dirinin aşkını seç ki bakidir ve canına can katan şaraptan sana sakilik eder.
O ‘nun aşkını seç ki bütün peygamberler, onun aşkı ile kuvvet ve kudret buldular, iş güç sahibi oldular. Sen “Bize o padişahın huzuruna Varmaya izin yoktur” deme. Kerim olan kişilere hiçbir iş güç değildir.
O adamın, hekimin eliyle öldürülmesi, ne ümit içindi ne korkudan dolayı. Allahnın emri ve ilhamı gelmedikçe hekim onu padişahın hatırı için öldürmedi.
Hızır’ın o çocuğun boğazını kesmesindeki sırrı halkın avam kısmı anlayamaz.
Allah tarafından vahiy ve cevaba nail olan kişi her ne buyurursa o buyruk, doğrunun ta kendisidir. Can bağışlayan kişi öldürse de caizdir. O, naibdir eli Allah elidir.
İsmail gibi onun önüne baş koy. Kılıcının önünde sevinerek gülerek can ver. Ki Ahmed’in pak canı, Ahad’la ebediyse senin canında ebede kadar sevinçli ve gülümser bir halde kalsın. Aşıklar, ferah kadehini, güzellerin elleri ile öldürdükleri vakit içerler.
Padişah o kanı şehvet uğruna dökmedi. Suizanda bulunma münakaşayı bırak. Sen onun hakkında kötü ve pis iş işledi deyip fena bir zanda bulundun. Su süzülüp durulunca, berrak bir hale gelince bu berraklıkta bulanıklık ve tortu kalır mı, süzülüş suda tortu bırakır mı?
Bu riyazatlar, bu cefa çekmeler, ocağın posayı gümüşten çıkarması içindir.İyinin kötünün imtihanı, altının kaynayıp tortusunun üste çıkması içindir.
Eğer işi Allah ilhamı olmasaydı o, yırtıcı bir köpek olurdu, padişah olmazdı. Şehvetten de tertemizdi, hırstan da, nefis isteğinden de. Güzel bir iş yaptı, fakat zahiren kötü görünüyordu.
Hızır denizde gemiyi deldi ise de onun bu delişinde yüzlerce sağlamlık vardı. O kadar nur ve hünerle beraber Musa’nın vehmi, ondan mahçuptu; artık sen kanatsız uçmaya kalkışma. O, kırmızı güldür, sen ona kan deme. O, akıl sarhoşudur, sen ona deli adı takma. Onun muradı Müslüman kanı dökmek olsaydı kafirim, onun adını ağzıma alırsam! Arş kötü kişinin öğülmesinden titrer; suçlardan ve şüpheli şeylerden korunan kişi de kötü methedilince, metheden kişi hakkında fena bir zanna düşer.
O padişahtı, hem de çok uyanık bir padişah. Has bir zattı, hem de Allah hası. Bir kişiyi böyle bir padişah öldürürse onu, iyi bir bahta eriştirir,en iyi bir makama çeker yüceltir.Eğer onu kahretmede yine onun için bir fayda görmeseydi; o mutlak lütuf nasıl olurda kahretmeyi isterdi?
Çocuk hacamatcının neşterinden titrer durur, esirgeyen ana ise onun gamından sevinçlidir. Yarı can alır, yüz can bağışlar. Senin vehmine gelmeyen o şey yok mu? Onu verir. Sen kendince aklından bir kıyas yapmaktasın ama çok, pek çok uzaklara düşmüşsün; iyice bak!


10 Eylül 2011 Cumartesi

Kötülenen Üçlü: Nefis, Akıl ve Ene




Konunun Arka planına Dair Bir Önsöz
BEDİÜZZAMAN, Muhakemat’ında “fehim ifhamdan esheldir” diye ifade eder. Yani anlamak, anlaşılır bir tarz ile anlatmaktan kolaydır. Diğer taraftan zaman dehşetli, hayrın ve şerrin karmakarışık bir hale geldiği, hatta yer değiştirdiği yaşadığımız zemin kaygan, meşguliyetlerin artması nedeniyle zaman hızlıdır. Böyle bir zeminde anlayabildiklerimizi anlatabilmek, zamana karşı yarışan bizler için, yaşadığımız zamanı ve ömrü bereketlendirebilecek en önemli yöntem olarak karşımıza çıkıyor. O acaip istidadı ve harikulade ilmiyle Bediüzzaman, anlatmak gibi zor bir yolu tercih etmeyerek bir sufî gibi yaşamayı tercih etseydi, bu gün anladıklarımızın kaçta kaçını anlayabilirdik?
Anlayabildiklerimizi mümkün mertebe anlaşılır bir tarz ile beyan etmek, şefkatin zorunlu bir gereği olarak karşımıza çıkıyor. Bir zaman bir ders ortamında Resûlü Ekrem (s.a.v.)’in bir sefer dönüşünde söylediği “Küçük cihattan büyük cihada dönüyoruz” mealindeki sözünü “Nefisle cihad herşeyden önemlidir” tarzında yorumlayan bir arkadaşa, “Eğer bizden öncekiler de senin gibi düşünselerdi, bu gün sen önemsediğin o büyük cihadını yapamıyor olacaktın!” diyerek karşı çıkmıştım. Eğer bu gün bizler burada imanî gerçekleri müzakere edebiliyorsak, bu durum bizden öncekilerin bizlerin imanının derdine düşerek, çoğu zaman kendi manevî makam ve mevkilerine, bizlerin maneviyatını önceleyerek yaşadıkları içindir.
İnsanın zaman içerisindeki sosyal ve düşünsel durumu bir doğru gibi değildir, sinuzoidaldir, ifrat ile tefrit arasında gidip gelen bir dalga hareketi gibidir. Zamanının aklı önceleyen, mutlaklaştıran islam felsefecilerine karşın İmam-ı Gazalî, akla bir derece uzak duran tasavvufun tefritine yanaşarak cevap vermiştir. Aklı neredeyse terk eder bir hale gelen zamanının ehl-i İslamının zıddına aklı önceleyen Eski Said’e karşılık, tüketiciliğin ve bencilliğin her boyutunun toplumları ifrat derecesinde sardığı içerisinde yaşadığımız çağın bir düşünürü olarak da Bediüzzaman, nefisten ve enaniyetten tefrit derecesinde uzak bir düşünce ile çağının yönelimlerini dengelemeye çalışmıştır. Bu sözüm “Said Nursi nefsi ve enaniyeti reddeder bir tutum ve düşünce ile hareket etmişti” tarzında anlaşılmamalıdır. Resûlü Ekrem (s.a.v.)’in Ashabına hitaben söylediği, içerisinde yaşadığımız zamana da göndermeler yapan “Sizler öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki, emredilenin onda birini terk eden helâk olur. Ancak öyle bir zaman gelecek ki, emredilenin onda birini yapan kurtulacak”[1] mealindeki sözünü, “emirleri terk etmeye, günahlara dalmaya ruhsat var” tarzında anlamak tutarsızlığına karşılık, “İçerisinde yaşadığımız zeminin kayganlığını dikkate alan merhametli Resûl, yakasını günahlardan kurtaramayan ahirzaman mü’minleri olarak ümitsizliğe düşmememiz için bize müjde vermiştir, istiğfar etmeye devam etmeli” şeklinde anlamak dengeli bir yaklaşım ifadesi olduğu gibi, ifadelerim nefsi, enaniyeti ve aklı mutlaklaştırmak olarak alınmamalı, bir denge çağrısı olarak anlaşılmalıdır.
Bu nedenlerle, Risale-i Nûr’un nefsi tokatlayan ve enaniyeti törpüleyen genel uslubunun içerisinde gizlenen, nefse ve enaniyete, akla muhteşem göndermeler yapan söylemlerinin açığa çıkarılmaya ihtiyacı vardı. Çünkü, bir taraftan Risalenin genel uslubundan etkilenerek ahirzaman şartlarının mü’minlerinden selefî bir hayat tarzı bekleyen bir kısım yaklaşımlar ta’dil edilmeye muhtaçtı. Diğer taraftan “iktisad, kanaat ve tevazu”yu fikirsel olarak beyan ederken “israfın, bencilliğin, kanaatsizliğin” fiilî boyutunu sergileyen zihinleri ise, nefsi, aklı ve enaniyeti değişik bir tarz ile anlamaya kapı açarak, içerisine düştükleri çelişik düşünceden, mu’tedil bir hayata davet etmek gerekiyordu. İnşallah Rabbı Rahîmimin yardımıyla amaca vuslat mümkün ve kolay olur ümidindeyim...
Kötülenen Üçlü: Nefis, Akıl ve Ene
Giriş
Hemen tüm düşünce tarihi boyunca, insanın mahiyetinde yerleştirilmiş olan özellikler binlerce yıl iki temel kategori altında ele alınmış, bir taraf kutsanırken diğer tarafa savaş açılmıştır. Felsefe takipçileri tarafından akıl neredeyse ulûhiyete yakışır bir makama yükseltilmiş, buna karşılık imân ve tasdik, bu düşünürler arasında hakettiği yeri bulamamıştır. Tasavvufî çizgiyi merkeze alan İslam düşünürlerinin aleminde ise, insanın melekî yönü yüceltilirken, hayvani yönü aşağılanmış, akla şüpheyle bakılmış, benlik duygusu ise hepten reddedilmiştir. Gerçi bu tavrın anlaşılır bir tarafı bulunmaktadır. Zira, insanı felakete sürükleyen süreçlerin arkasında genellikle nefis ve enaniyet vardır. İçerisinde yaşadığımız şu ahirzaman şartlarının, bencilliğin, nefsâniliğin ve dalaletin her nevinin toplumları sardığı, bireyleri sarhoş ettiği bu felaket zemininin oluşumunda nefis-ene-akıl üçlüsünün payı reddedilmez bir gerçektir.
I. Nefis, Akıl ve Ene Üzerine Eleştirel bir Yaklaşım
Nefis insanda çok erken bir dönemde gelişim gösterir. Neredeyse varoluşuyla, nefes almaya başlamasıyla birlikte açığa çıkar. Yine insandaki en temel, en primitif dürtüler olan faydalanmanın ve lezzetçiliğin kaynağı ve muhatabıdır. Öyle ki, nefis faydalanmanın olmadığı, lezzetin bulunmadığı anlamsal alanlara karşı tümden ilgisizdir. Temel yönlendiricileri nefis olan hayvanların yaşamsal merkezleri, yine faydalanma ve lezzettir. Yaşantılarının merkezinde faydalanmanın ve lezzetin bulunduğu insanların da hayvanlardan farklı bir düzlemde olmadıkları görülmektedir. Çünkü, çok yakınsak olan bu iki duygu bir varlığın iç âleminde hakim duruma geçtikleri zaman, diğer özelliklerin ve yönelimlerin tümünü bastıracak kadar etkili olabilmektedirler. Bu etkinin arkasında duyguların varoluşsal açıdan, fikirlerden daha derin etkinlikte yaratılmaları yatmaktadır. Bu durumu tersinden izah etmek mümkündür. Aklın bir meseleyi kavraması için, doğrulayabileceği bir anlatımın bir kez ifade edilmesi, çoğunlukla anlık bir tasdikle sonuçlanırken, duygulara sinebilmesi için defalarca tekrar edilmesine ve sınırı belirsiz bir sürecin işlemesine ihtiyaç vardır. Denklemin yönü çevrilirse; duyguların akıldan, tekrar sayısı çarpı işleyen sürecin aklın kavrama süresine oranı kadar kuvvetli olduğu gerçeği karşımıza çıkacaktır. Böylesine güçlü bir arzu ile yoğrularak yaratılan duyguların, kendisine oranla kat be kat zayıf kalan aklı defalarca mağlup etmesi kaçınılmaz bir sonuçtur. İşte bu nedenle, hazır lezzetlere aşk derecesinde duygularla bağlı olan nefis, kendisinde var olan duygular kadar güçlü bir donanıma sahip vicdan ile ve şuura hitap eden vahyin prensipleriyle dizginlenmez ise, insan yaşantısını koşar adım bataklığa sevkedecektir.[2]
İnsanın gelişiminde kritik dönemeçlerden birini oluşturan, lezzetçilik ve faydalanmadan sonra en erken dönemde açığa çıkan benlik duygusunun öncelikli tavrı, etken olduğunu duyumsadığı bir zeminde, ciddi bir sahiplenmedir. Sahiplenmek, asla ve öze yönelik bir bağımlılık duygusunun neticesidir. Kendi varlığını, kendisine bağlı gibi görünen herşeyin aslı olarak algıladığı için de öncelikle kendisine sevdalıdır. O denli yoğun bir sahiplenme arzusuna sahiptir ki, temsil ettiği bütünsel yapının çelişkilere düşmesine aldırmadan sahiplenmeye devam eder. Zaten kendini temsil ettiği bütünsel yapının aslı olarak gördüğü içindir ki, bir çelişki hissetmeden sahiplenmesine devam eder. Sahiplenebileceği alan dışındaki değerlerin kime ve niçin verildiğiyle ilgilenmezken, kendi tasarruf bölgesine kimsenin yaklaşmasına müsaade etmez. Kainat onun sahiplenebileceği bir alan değildir. Bu nedenle kainatın bir yaratıcısı olduğu düşüncesine karşı çıkmaz. Ancak kainatın içerisinde olması nedeniyle, kainatın Yaratıcısına ait olduğu şüphe götürmez bir nesneyi, şüphe duygusuna aldırmadan sahiplenebilir.
Sahiplenmek ilk bakışta basit bir eylem gibi görünse bile, bir inanışa dönüştüğü zaman insanın mahiyetinde meydana getireceği tahribat tasavvur ötesidir. Ben vurgusunun merkezde olduğu bir insanın, benliğin edilgenliğini vurgulayan vahiyle çelişmemesi mümkün değildir. İlahî vahiy ise insanın merkeze taşınabilmesinin, kendisini merkeze koymamasıyla mümkün olduğunun altını çizmektedir. İktidarı elinin ulaşabildiği alanlarla sınırlı olan, bu iktidarın dahi gerçek sahibi olamayan bir noktanın kendiliğinden merkeze oturarak, kalbin, vicdanın, nefsin, duyguların hayal ötelerine uzanan ihtiyaçlarını yerine getirebilmesi, insanın varlığının her yönünden fışkırarak kendi özünde buluşan bekâ talebini karşılayabilmesi mümkün değildir.[3] İnsanın, böyle bir benliğin etkisiyle çelişkilere düşmesi, acz ve ihtiyaçlar ikileminde kalarak, ihtiyacı olan iktidarı kolay bir yol olan tahrip ve zulümde araması, bu sürecin beklenen sonucudur. Şu içerisinde yaşadığımız felaket zeminin arkaplanında, varlığını mutlak bir kudrete dayandırmayan benliğin, sönük iktidarını tehdit eden herşeyi kendine düşman edinerek kapıldığı derin paranoyanın, huzursuzluğunu besleyen ihtiyaç-acz ikileminin neticesinde içerisine düştüğü şizofrenik hezeyanlarının ciddi bir payı vardır.[4]
Sebep-sonuç bağlantılarını irdeleyerek düşünebilen ve böylece bir hükme ulaşabilen akıl ise, vahye teslim olmadığı sürece determinizm açmazından kendini kurtaramamaktadır. İslamî zeminde yetişerek hayatı inceleyen filozoflardan Muallim-i Sani olarak anılan İbn Rüşd dahi, yoktan yaratılmayı kavrayamamış, maddenin ezeliyeti fikrinden kurtulamamıştır. Tüm dünya tarafından epistemolojik açıdan yüksek bir yere oturtulan İbn-i Sina gibi bir dâhi, iman ve yakîn ile değil, teslimiyet ve kabul ile küfürden yakasını kurtarabilmiştir.
Bu ilginç açmazın, gerçekten birer dehâ seviyesinde düşünce gücüne sahip olan bu insanların hakka vasıl olma noktasında içerisine düştükleri derin aczin nedeni, kainatın maddi ve manevi yönlerini ayrıştırarak eşyaya muhatap olmalarıdır. Fizik ve metafizik inceleme alanları olarak kainattaki mahlukatın maddî ve manevi yönleri birbirinden koparıldıktan sonra, gerçek bir hükme ulaşabilmek ve ulaşılan sonuçları telif edebilmek mümkün değildir. Ruhu çıkmış bir vücut nasıl ceset seviyesine iniyorsa, anlamsal arayışı olmayan bir nazar karşısında kainat sönükleşmekte, hakkı ifade noktasında derin bir sessizliğe bürünmektedir. Kainatı bir otopsi salonuna çeviren, mahlukatı ise birer ceset seviyesine indirgeyen bu nazarın arkasında ise elbette ki, akıl vardır. Çünkü, anı kavramaktan aciz olan, zamanın hep gerisinde koşan akıl, sürekli hareket halinde olan eşyayı kavrayabilmek için geçici olarak dondurur, parçalar, sonra sebep sonuç bağlantılarını bu geçici donukluğun içerisinde ilintilendirebilir. Eğer bu donukluk, kişinin iç dünyasında uyanık bir halde bulunan vicdandaki şuur ve kalpteki iman ile çözülmez ise veya şuur uykuya, kalp ise karanlıklara gömülmüşse, bu zihin sahibinin mahlukattaki anlamsal devinimi seyredebilmesi, eşyanın varlığında, kainat içerisinde bulunduğu noktada, diğer varlıklarla olan ilişkilerinde ve daima bir akış halindeki hareketlerinde açığa çıkan anlamları çözebilmesi imkansızlaşacaktır. Her sabah, komşusunun tebessümüne tebessümle cevap veren insanın, kendisine her şafakta binler tebessüm ve selam gönderen güneşi, tebessümsüz ve selamsız karşılaması bu nedenledir.
Yaratıcıdan gaflet ederek yaşayan bir insanın, kendi tercihleri sonucu yaratılan eserleri sahiplenmesini, iç aleminde kibrin açığa çıkışı takip edecektir. Kibir gibi manevi bir hastalığa yakalanan insanın enaniyeti firavunlaşacak, aklı iblisleşecek, nefsi ise frenlenemeyecek derecede şımaracaktır. Modern zaman iblislerinin telkinleriyle Yaratıcısını, ruhunu ve dinini terk ederek derin bir boşluğa düşen insanlığın çırpınışlarını ve iç aleminde oluşan bu boşluğun derin sancılarını gidermek için, şuuru uyuşturan cazibeli eğlencelerle avutulmaya girişilmesi yeterli olmamıştır. Modern zamanlarda postmodern arayışlara giren insanlık, geriye dönerken izini kaybetmiş, yol üzerine ağ geren ve şimdilerde artık bir sektöre dönüşerek kapitalizmin en verimli aletlerinden biri haline gelen tüketiciliğin ve mistisizmin tuzaklarına takılmıştır.
Nefsi ve enaniyeti takip etmekle açığa çıkan, aklın mutlak gerçekliği kavrama gücünün yetersizliğiyle bir perde gibi araya giren tüm bu olumsuzluklar, nefsi ve enaniyeti reddeden, aklı olumsuzlayan insanları haklı çıkarır niteliktedir. İnsanın içsel donanımının bir yönünü oluşturan bu özellikler, gerçekten birer iblis gibi, sırf insan mücadele ederek karşı duruşunu netleştirebilsin, bu özelliklerin ilk bakışta karşısında yer alan kalp, şuur gibi melekî yönlerini geliştirebilsin diye mi verilmiştir? Tüm bu olumsuz yönelimlerine rağmen, insanın bu özelliklerinden istifadesi mümkün değil midir? İnsanın bu yönleri tümden aşağılanmayı gerçekten hak etmekte midir? Diğer taraftan insana verilen vicdan ve kalp gibi özellikleri birer melek gibi masum mudur, handikapları yok mudur? İnsanın, iki ucu buluşturan ifrat-tefrit ortasında bir denge noktasına gelmesiyle açılabilecek kapıların tasavvuru mümkün müdür?
II. Melek, Hayvan ve İnsan
Kainattaki varlıkların durumuna dikkat edilecek olursa, maddî alemin merkezinde hayatın yer aldığı fark edilecektir. Maddî olan ne varsa ya doğrudan yada dolayısıyla hayat ile irtibatları vardır, hayata doğru akmaktadırlar. Bir vücutta merkezî bir konumda olan beyin, nasıl ki vücudun diğer tüm unsurlarını birleştirip irtibatlandırıyor ise, hayat da kainattaki unsurların irtibatlandırdığı bir merkez olarak kendini göstermektedir. Ruhun devreye girmesiyle, ruhsal hayat sahibi olan varlığın hareketlerinde bu irtibat fiilen ispat edilmekte, hayatın ve ruhun üzerinde kendini gösteren şuur ise bu irtibatları anlamlandırmaktadır.
Cansız cisimler kendi varlıklarından dahi habersiz oldukları için, ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, en küçük bir canlı mahlukun irtibat alanının genişliğine ulaşamazlar.[5] Örneğin bir dağa oranla bir kelebek, bir arı veya karınca çok küçük oldukları halde, hayat sahibi oldukları için, tüm kainatla doğrudan veya dolaylı olarak irtibatları vardır. Doğrudan irtibat alanı en dar olan karıncaya dikkat edilirse, ihtiyaçlarının karşılanması için tüm kainata ihtiyacı olduğu, ihtiyaçlarını aramaya girişmesiyle, tüm kainatın var olması için fiîli bir dua halini izhar ettiği fark edilecektir.
Karınca her adımında kainatın tümüyle var olması için dua etmektedir, ancak, karıncanın kendi varlığından şuursal bir haberdarlığı bulunmamaktadır. Bu nedenle, hayatiyetin vermiş olduğu irtibatla kainattan istifadesi mümkün olsa da, bu istifade şuursal yansımalar içermediği için içselleşemez, nesnel bir planda kalır. Gerçi bu durum şuursuz ve idraksiz birer nefis sahibi olan hayvanların, kainatın mülkî boyutundan gölgesizce istifadelerini sağlayarak, fiîli şükür halini mutlak boyutta yaşamalarına da imkan sunmaktadır. Akıl olmadığı için geçmişin ve geleceğin muhakemesi yoktur. Dolayısıyla, düşünsel bir hafıza sahibi olmadıkları için geçmişin elemini taşımazlar ve yorum kabiliyetleri olmadığı için de gelecek kaygısı duyumsamazlar. Lezzetlerini bulandıracak geçmişin elemleri ve gelecek kaygıları bulunmadığı için de, sadece bulundukları anın içerisinde elemsiz bir lezzet alırlar.
Şuurun, yani farkındalığın devreye girmesiyle bu istifade birden basamak atlayarak, içsel bir boyuta taşınır. Şuur sahibi varlık fark edebilme yeteneğine sahip olduğu içindir ki, ikramın nedenselliği arkasında ikram edicinin sıfatlarını kavrayabilir, bu sıfatların sahibi olan Zâtın varlığını idrak edebilir, nimetin nimet olduğunun ayrımına vararak, fiili hamd basamağından sözlü hamd basamağına geçişler yaşayabilir. Melekleri yüksek bir hamd ve tesbih mertebesine taşıyan sahip oldukları bu şuur ve idrak kabiliyetleridir, yaratılmasındaki incelik ve gerçeklik bu yüksek şuur ve idrak kabiliyetlerinde gizlidir. Mutlak bir adâlet, mutlak mizan ve nizamı, mizan ve nizam ise tasarrufta mutlakiyeti gerektirir. Şuurlu birer varlık olarak insanlar yaratılmakta olan kainatın çok küçük bir kısmına muhatap olabilmektedirler. Muhatap oldukları bu yüzeysel ve dar alanda dahi hakkıyla hamd ve sena gerçekleştirememektedirler. Hamd ve senânın gerçekleşmediği bir vasatta yaratılmakta olan mahlukattaki sanat, mahlukat üzerinde ifade edilmekte olan kemâl, yansımakta olan esmâ ve sıfatı İlâhiyenin tümü abesiyete gider, israf olur. Böyle bir durumda yaratmanın kendisi, ilahî bir oyun mertebesine düşer. Melekler kainatta cereyan eden incelikli tasarrufun ve her şeyi anlamlandıran hikmetin ciddi bir gereği olan hamd ve senayı yerine getirmek üzere yaratılmışlardır. Meleklere iman adâlet, hikmet, nizam ve mizanın bir gereğidir, Allah'ın abesle iştigâl etmekten münezzeh olduğunun bir tasdikidir. Bu nedenledir ki, imanın rükünleri arasına girmistir.
Fakat, meleklerin bulunduğu mertebede hakikatler öylesine perdesiz, öylesine gerçek bir boyutta algılanabilmektedir ki, meleklerin hamd ve tesbihleri, şuursuzca ve idraksizce veya robotçasına değil, ama bir annenin bebeğini sevmesi gibi, neredeyse kaçınılmaz olarak ortaya çıkmaktadır. Melekler bir annenin bebeğine muhatap olduğu yakınlıktan çok daha yakın, çok daha perdesiz bir mertebeden Allah’ın rahmetine, keremine, ihsanına, kahrına, azametine, celaline muhatap olup, çok daha derinden bir sevgi ve haşyet içerisinde, samimi ve gölgesiz bir hal ile hamd ve tespih etmektedirler. Kainatın manevî boyutundan gerçek anlamda istifadeleriyle, icraat-ı İlâhiyenin perdesiz muhatapları, cemal-i İlâhinin mutlak huzur içerisindeki beklentisiz aşıklarıdırlar onlar. Bu huzurlarını, manevî lezzetlerini bozacak nefis gibi, enaniyet gibi fitne unsurlarından da uzaktırlar, nazarlarını bulandıracak aklî verilerden de.
Göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah’ın kendine muhatap olabilir bir istidatla yarattığı insanın kainattaki durumu diğer varlıkların tümünden daha ileri ve daha risklidir. İçerisinde yaşadığı âleme nazarını salan akl-ı selim bir insan, en mutlu yaşayanların ve en güzel başarıya zorlanmaksızın ulaşanların, önce bitkiler, sonra da hayvanlar olduğunu görecektir. Mutsuz bir bitki veya bir hayvan yoktur, bu dünyaya mutlu ve başarılı bir yaşam sürmeleri için gönderilmişlerdir. Donanımları da böyle bir yaşam için oldukça uygundur. Meleklerin durumu da farklı bir açıdan hayvanların durumu gibidir. Onların da huzurlarını bozacak nefisleri, benlikleri, arzular gibi kavga sebebi olabilecek hazıra yönelik yoğun istekleri yoktur.
İnsan ise ne melek, ne de hayvandır. İkisinden de aldığı yönler olmakla birlikte, huzurunu ve lezzetini bozacak farklı donanımları da vardır. Melek ve hayvan karışımı olarak yaratılmak bile yeter derecede bir problem iken; ayrıca, ikisinden de çok farklı olarak akıl ve enaniyet gibi soru ve isyan sebebi olabilecek mahiyette yaratılmıştır. Hazır lezzetinin içerisine geçmişin elemleri ve geleceğin kaygıları katılır, problemleri çözülmedikçe gerçek bir lezzeti tatması kaygılar sebebiyle imkansızlaşır. Bu imkansızlıklar içerisinde ne ibadet, hamd ve sena cihetiyle meleklere yetişebilir, ne de lezzet ve menfaat cihetiyle hayvanları geçebilir. İnsanın meleklerden ve hayvanlardan farklı olarak yaratılışında gizli gerçeğin ve gayenin anlaşılabilmesi için, insanın mahiyetine yerleştirilmiş olan temel özelliklerin ve bu özelliklerin birlikteliğinin mümkün hale getirdiği kazanımların sorgulanması gerekmektedir.
III. İnsanın Temel Özellikleri
Meleklerin ibadetlerinden bahseden hadislere göz atınca, insan ibadet noktasında meleklere yetişemeyeceğini biraz da hüzünlenerek fark etmektedir. Diğer taraftan insanın zemini meleklerin bulunduğu zemine oranla kaygan ve sislidir. İnsanın yaşamsal zemini hayrın ve şerrin karışımından oluşturulmuştur. Üstüne üstlük bir de lezzetlere aşk derecesinde meftun bir yoldaşı vardır insanın. Bu nedenle, lezzetlere aşık bir nefis sahibi mahluk olarak insanın günahlara düşmeden yaşaması, istisnalar hariç mümkün olamamıştır. Yaratıcının varlığının doğrudan hissedilmediği bir vasatta, sahiplenmeye şiddetle meyilli bir benlik sahibi oluşu, nefsin verilişi, nefis sahibi bir varlık olarak insanın hayır ve şer denkleminde yaratılışı birlikte düşünülünce açıkça görülmektedir ki, insan günahsızlık mertebesine erişebilmesi için yaratılmamıştır. Meleklerin neredeyse kaçınılmaz ibadetlerine karşılık, insanın ibadeti tercihidir, bu durum da insanın ibadetlerindeki verimi düşürmektedir. Diğer taraftan, israftan ve malayani iştigalden münezzeh olan Allah’ın insanı böyle bir nefisle ve şiddetli bir benlikle dünyanın karışık zeminine göndermesinin arkasında, şanına yakışır maksatların olması gerekliliğini dikkate alarak nefsi, aklı ve benliği analiz altına almak, O’nun hikmetinin ve rahmetinin gereğidir. Ayrıca, nefis, akıl ve ene gerek temel özellikleri, gerekse işlevsel nitelikleri açısından irdelenmeden önce, öncelikle bütünsel bir varlık olarak insanın diğer özelliklerine kısaca değinilecektir.
Kalp, hafıza, fıtrat, şuur, vicdan, heva, heves ve irade
Ruhtaki kalbin ruha hizmeti ile, vücuttaki kalbin vücuda hizmeti arasında bağlantılar vardır. Vücuttaki kalp, kanı harekete geçirerek vücûda yaşamsal ihtiyacı olan enerjiyi pompalar. Vücuttaki diğer tüm organlar bu yaşamsal enerjiyi kullanarak harekete geçerler. İnsanın ruhsal enerjisi ise, duygulardır. İnsanı harekete geçiren dürtü hemen daima duygulardan gelir. Düşünceler duygulara dönüşür veya duygular düşünceleri etkileyerek eyleme akarlar. Hatta çoğunlukla sadece duygunun kendisi eyleme dönüşebilecek bir potansiyel gösterebilir. Eylemler ve fikirler içerisinde dağılan insanları derleyen ve buluşturan duygulardır. Duyguların çıkış ve dönüş yeri ise kalptir. Duyguların tümünü sentezleyerek bir tek manaya dönüştürme kabiliyetine sahip olan kalp, vücuttaki pencerelerden gelerek birer duygu olarak kendisine yönelen manaları buluşturur, sentezler, tevhid ederek yoğurur. Bu nedenle kalp, çokluk içerisinde birliği görebilecek bir potansiyele sahiptir. Yine bu nedenle kalp imanın kendini gösterdiği yerdir.[6] Hafıza ise, gerektiği zaman yeniden gündeme gelebilmeleri için kalpteki bu manaların simgelere dönüştürülerek saklandığı yerdir. Görsel, duygusal veya düşünsel bir uyaranla —çağrışım— kalp hafızaya yönelerek, hafızadaki simgesel veriyi duygulara dönüştürür, bu duygular dimağda analize tabi tutularak gerçeklenir ve nihayetinde hayal ekranında yansımalarla sonuçlanır.
Fıtrat ise, kainatı tümüyle içeren bir özet programdır. Kamera sistemine sahip bir bilgisayarın kendisine gösterilen bir nesneyi tanıyabilmesi için, önceden gerekli programlarla nesnenin bilgisayarda tanımlanması gerekmektedir. Önceden tanımlanmamış bir nesnenin bilgisayarca tanınabilmesi olanaksızdır. Bir köpeğe havlamanın değişik şekillerini öğretebilmek mümkün iken, koyun gibi veya kanarya gibi ses çıkarmayı öğretmek imkansızdır. Yine köpeğe etin değişik şekillerini sevdirebilmek imkan dahilinde iken, bir keçi gibi ağaç yaprağı yemeğe alıştırabilmek imkan haricidir. Çünkü, köpeğin mahiyetine, dünyaya gelmeden önce, kanarya gibi ötebilme yeteneği değil, havlama kabiliyeti yerleştirilmiştir; ağaç yaprağı değil, et sevdirilmiştir. Dünyaya gözlerini açan köpek, annesinden de duyduğu seslerin yardımıyla havlayabilmeyi kolayca, çok kısa bir süre içerisinde öğrenebilmesi özüne simgesel olarak bu kabiliyetin yerleştirilmiş olmasıyla mümkün olmaktadır. İnsan konuşmayı öğrenebiliyorsa, Yaratıcısı özüne simgesel olarak bu yeteneği, açılmaya müsait bir halde yerleştirdiği içindir. Yine çevremizdeki nesneleri tanımlayabiliyorsak eğer, bu durum nesnelerin simgesel olarak biz dünyaya gelmeden önce mahiyetimize yerleştirildiğinin kesin bir göstergesidir. Doğruluğu, adaleti, güzelliği, ikramı, letafeti, lezzetleri sevmeyi dünyaya geldikten sonra öğreniyor değildir insan, bunları sevmek sevdirilmiştir insana. Yine adaletsizlikten, yalandan, kibirden, zulümden, iki yüzlülükten, ikrah edilen şeylerden nefret, öğretilmiştir insana. İnsan dünyaya geldikten sonra, kainattaki herşeye, kainatta kendini gösteren esma, sıfat ve şuunat-ı ilahiyeye karşılık gelebilecek derinlikte özüne önceden derc edilmiş bulunan şifresel anlamlar, çevresel imkanlar ve kişisel çaba dahilinde çözülür, sonrasında insan birer duygu olarak hissettiği bu anlamları ifade edebilmeyi öğrenir. Bu nedenle, çok özet bir şekilde şunu söyleyebiliriz ki, duyumsayarak “Allah var!” diyebiliyorsak Allah kesinlikle vardır. Yada mahiyetimizde sınır tanımaz bir kudrete, karşılık beklemez bir merhamete ihtiyaç hissedebiliyorsak, mahiyetimizde böyle bir duygunun varlığına şahitlik edebiliyorsak, bu perdenin gerisinde bu kudret ve merhamet kesinlikle vardır. Fıtrat ve vicdan bunun yanılmaz şahitleridir.[7] İnsandaki vicdan, şuur, kalp, nefis, akıl, ene, irade gibi diğer tüm özellikler, insanın özüne yazılmış olan bu temel simgesel verileri içeren böyle bir fıtrat üzere çalışır.
Şuur ise, şiir ile birlikte, ‘uygunluk’ anlamındaki ‘şeare’ kökünden gelen bir kelimedir. Şuur vezn üzere çalışır, hak ile batılı ayırt eder. Hakikat olarak sunulan şeyin, fıtrat ile karşılaştırmasını yaparak uygunluğunu ölçer, neticede tasdik eder veya reddeder. Fıtrat tahrip olmadığı sürece, fıtratta bir yalan veya yanlışlığın yerleşmesi mümkün olmadığından şuurun yanılması beklenemez. Bu ikisinin birlikteliği olarak kendini gösteren ve ‘derin coşku’ anlamındaki ‘vecd’ kökünden gelen vicdanı, Risale müellifi “fıtrat-ı zîşuur” olarak vasıflandırmıştır.[8] İnsanın dünya hayatının karışık zemininde, nefsin yoğun yakınsak talepleri, benliğin haksız sahiplenişleri, heva ve hevesin belirsiz yönelişleri, insanın nefsinde açığa çıkan ve muhatabının durumunu dikkate almayan yoğun nefret ve istek eksenli duyguları karşısında, çokça şaşırmadan gerçeği takip edebilmesi için, vicdan gibi doğru sözlü ve duygu yoğunluklu, coşkulu bir yoldaşa zarûret derecesinde ihtiyacı olacaktır. İdrak ise, Türkçe’de de kullandığımız ‘tedarik etmek’ ile aynı kökten gelen anlamları bütünleştirici bir kabiliyettir.
Bir çocuk gibi, hoşlandığı her yöne koşmak isteyen hevanın ve gördüğü her güzellikten bir pay isteyen hevesin insana veriliş nedenine gelince; cennetin huzurlu zemini için yaratılan, her arayışının altında bir bekâ isteği, bir huzur arayışı bulunan insan için dünya gerçek bir zindandır. Cennete giden yolculuğunda —ifade edebildiğimiz, edeceğimiz ve ifade etmekten aciz kaldığımız hikmetli ve rahmetli nedenlerle— dünya zindanından geçmek mecburiyetinde bulunan insanın, dünyanın dar, zulümlü ve kasavetli zemininde boğulmaması için çocuksu isteklere her zaman ihtiyacı bulunacaktır. En sıkıntılı zamanınızda bile sizdeki hevanın ve hevesin etkilenebileceği güzel bir yemek, hoş bir manzara, hafif eğlenceli bir atmosfer girdiğiniz girdaptan sizi çıkarabilecek potansiyele sahiptir. Eğer insanda nefis, heva ve heves olmasaydı, kalbin ve vicdanın ciddi işleri, derin ve samimi beka talepleri karşısında dünyanın faniliğinin verdiği hüzünlü duygular melankolik krizlere neden olarak insanlığı intiharların eşiğine getirebilecekti.
İrade ise, eylemdeki tercihin netleştiği, fiile akmadan önce son bir tahlile tabi tutulduğu, ruhun bir anlamda şuurlu bir direksiyonu gibi iş gören tercih aracıdır. Aynı zamanda ruhtaki tüm eylemsel isteklerin çarpışma yeridir.
IV. Nefis, Akıl ve Eneyle Gelenler
Nefis-şükür, akıl-tefekkür, ene-şuunat-ı ilahiye
Nefsin eleştirisi yapılırken ifade edildiği gibi, nefis lezzet sevgisi zemininde kendini gösterir. Lezzet eksenli çıkarcıl hislere kapıldığınız zaman içerisine girdiğiniz süflî durumunu dikkate aldığınızda, nefsin hayvanî boyutunu tasdik etmemek elde değildir. Buna rağmen, hayvanların nefsine hitap eden, insanın gıdasına oranla bir derece basit ve tekdüze yiyeceklerine karşılık, insanın nefsi için yaratılan gıdaların çeşitliliği, letafeti ve ikram ediliş tarzı, insandaki nefis ile hayvanlardaki nefisin bir olmadığını, insandaki nefsin hayvanın yaratılış gayesi olan fiilî şükür mertebesine oranla daha yüksek gayeler için verilmiş olması gerektiğini ihtar edecektir. Sanatı mükemmel bir mimarın oldukça nezih bir köşk inşa ettiğini varsayalım. Bu köşkü gezen insanın duygularında övgü eksenli titreşimler oluşacaktır, hislerini övgü ve tebrik eksenli ifadelerle muhatabına yansıtacaktır. Fakat mimarın yanına giderek, “böyle bir köşk inşa ettiğiniz için size teşekkür ederim” demesi mümkün değildir. Ancak köşk mimar tarafından bir hediye olarak köşkü gezen şahıs için yapıldığında, bu şahsın aleminde teşekkür duygularının uyanması kaçınılmaz olarak gerçekleşecektir. Yani, hamd duygusunun açığa çıkması için sanattaki kemalin ayrımına varabilecek şuur ve idrak kabiliyetlerinin bulunması yeterli olurken, şükür duygusunun gerçekleşebilmesi için, bir faydalanmanın olması gerekmektedir. Nefis insana bu kainattan faydalanarak lezzet alması için verilmiştir. Lezzet ise, faydalanmanın derin bir boyutudur. Şuur ve idrak sahibi bir varlıkta, şuuru kapanmadığı sürece bu faydalanmanın şükürle neticelenmesi beklenir. Şuur ve idrak sahibi olmalarına karşılık, nefis sahibi olmayan melekler kemalat-ı İlahiyeyi seyredip hamd ederlerken, melekî özelliklerinin yanında yüksek bir nefis sahibi olan insan, kainattaki sanat ve kemale enfüsî bir boyuttan muhatap olarak hem hamd, hem de şükredebilmektedir. Özellikle maddî bir boyut sahibi olan bedensel bir varlık olarak insan, lezzetin her türlü mertebesinden en yakın bir mertebeden istifade edebilmesi sebebiyle, şuurunun da yardımıyla en yüksek bir boyuttan şükrü gerçekleştirebilmektedir.[9] Böylece insan için nefis, aleminde açığa çıkan manaların içselleşmesinin, enfüsîleşmesinin bir aracı olmaktadır.
Diğer taraftan, akıl, şuur, idrak, vicdan, benlik sahibi olmadıkları halde şefkat duygusuna sahip olan hayvanların durumu, şefkat ile nefis arasında bir ilintinin bulunduğunu ihtar etmektedir. Lezzetin en yüksek boyutunun bir başkasının lezzetlenebilmesi için, kendi lezzetinden geçebilmekte olduğunu, nefis sahibi birer varlık olarak hayvanlar fiilen ders vermektedirler. İnsan, hayvan farkının bir gereği olarak ise, istisnalar hariç sadece kendi yavrularına şefkat gösterebilir bir durumda olan hayvanlara karşılık, akıl, idrak ve şuura nefisle birlikte sahip olan insanların, idrak alanları içerisindeki her muhtaç için en yakın daireden başlamak şartıyla şefkatin gereği olan feragati gösterebilmeleri, kendilerini böyle bir donanımla yaratan Zât’a teşekkürün en gerçek şekli olacaktır. Kainatı iç içe dengeler üzere yaratan Allah, nefsin çıkarcıl isteklerini aşabilmek için gerekli olan gücü, yine nefsin içerisinde, hem de nefsin müptela olduğu lezzetten mahrum bırakmayarak yaratmıştır. Böylece lezzetlere aşık nefis için kendi isteklerinden şefkatli feragat, —iki çocuk sahibi bir annenin ifadesiyle— “nefisteki maksimum doyum noktası” olarak insanın önüne çıkarılmıştır.[10] Nefiste açığa çıkan şefkat, nefisten farklı olarak değil, nefsin lezzet eksenli duygularının aşkın bir hali olarak, nefsin mutmain ve müteâl bir boyutu olarak ihsan edilmiştir.
Duygusal bir sunumun nefse hitap eder bir forma büründüğü ikram neticesinde, duygusal bir sunum olan teşekkürün nefiste açığa çıkışı, akıldaki meraklı soruların ve benlikteki aşkın duyguların, vicdandaki ve kalpteki coşkuların öncülüğünü ederek insanın nihaî duruşuna da zemin hazırlayacaktır.[11]
İnsanın dünya hayatındaki duruşu dikkate alındığında, meleklerden bariz farkının benliğine yerleştirilmiş, insanın vazgeçilmez isteği haline getirilmiş özgürlük ihtiyacı olduğu idrak edilecektir. İnsana verilmiş varoluşsal güce sahip ögürlüğün açığa cıkabilmesi ve açılabilmesi için, Yaratıcının kudretini ve kahrını doğrudan fark edemeyeceği bir alana ihtiyacı vardır. Mutlak kudretin ve kahrın doğrudan yaşandığı bir zeminde, özgürlük kendini gösteremeyeceği gibi, kudretin ve rahmetin hiç fark edilemeyeceği bir boyutta da şuur ve idrak kabiliyetleri dumura uğrayacaktır. Bu nedenle Zât’ıyla insanın nazarı arasına Risale müellifinin ifadesiyle “tenteneli bir perde gibi” sebep sonuç bağlantılarının görünüşte var olduğu, gerçekte ise kesinlikle olmadığı maddî ilişkiler perdesini sermiştir. İşte bu nedenle yağmur buluttan gelmekte, ışık güneşle gönderilmekte, tatlar dil ile tadılırken sesler kulaklarla duyulmakta, ayaklarla yürünüp ellerle tutulmakta, ağır cisimler yere doğru düşerken, atmosferdeki oksijen soluğun sebebi olarak görülmektedir... Diğer taraftan, perde gerisinde yaşayan ve nazarına ilk olarak perdedeki görüntüler ve ilişkiler çarpan insanın, bu ilişkileri özgürce sorgulayarak sebep-sonuç bağlantılarını aralayacak, bu bağlantılar arkasında kendini gösteren gerçeklere ulaşmaya vesile olacak bir donanıma ihtiyacı vardır. Fizik âleme yönelik bir kıyas aygıtı olan insandaki aklın görevi budur, aklın bu görevi perdenin yırtılmasıyla son bulacaktır. Diğer taraftan, akıl kainata eleştirel bir nazarla baktığı sürece, perdenin arkasına uzanabilmesi zordur. Gerçekte akıl etken değil edilgendir. Oysa hikmetlere muhatap olan aklın, hüküm verme noktasında bir arzusu da vardır. Akıl, kendi varlığının dahi muhatap olduğu hikmet örgüsünün dışında olmadığını fark etmesiyle, kendini kainata mühendis tutarak eleştirel yaklaşımlarla yitirdiği kapıları bulmaya başlayacaktır. Aklın gerçek kemâli, kendi kemalinin hakimiyette değil, bir Hakim-i Ezelînin hükmü ile varlığını devam ettirdiğini, O’nun hükümlerine muhatap olduğunu görerek, mahkumiyete razı olmasıyla mümkün olacaktır.[12]
Nasıl ki, ruhumuzdaki hayat hakikatı, vücudumuzda ince bir nizam, moleküllerin ve hücrelerin, organların, azaların ilişkilerinde mükemmel bir mizan olarak kendini göstermişse; tüm hakikatlerin kaynağı olan Cenab-ı Hak, zatındaki, şuunatındaki, esmasındaki kudsî hakikatleri alemde, sebeplerle sonuçların arasındaki anlamsal örgü içerisinde hikmet olarak yansıtmıştır. Mesela, Zâtındaki rahmet hakikatını bu alemde nimetleriyle, ihsanlarıyla izah ve ispat eder. Nimetlerle ihtiyaçlar arasındaki karşılıklı örtüşmenin farkına varılmasıyla, nimetin arkasında bir ikram edicinin farkına varılabilir. Yine, şefkat hakikatını anne-yavru ilişkileriyle, gözle görünecek kadar latif bir hikmet, şirin bir duygusal alış-veriş içerisinde ortaya koyar. Anne bebeğini sever, tüm anneler bebeklerini severler. Çünkü bu âlemde tezahür etmek isteyen ciddî bir şefkat hakikati vardır. Aklın görevi ilişkilerdeki anlamların birlikteliğinde açığa çıkan hikmete muhatap olarak, hikmet gerisinde kendini gösteren isimlere, o isimlerin kaynağı olan hakikatlere ve isimlerin sahibine pencereler açabilmektir.
Bu pencereler açıldıktan sonra insanın, nefsi vasıtasıyla enfüsî boyuttan muhatap olduğu Zât’ın isimlerine ve sıfatlarına, kendisine nimetlerin ikram edilmesiyle duygularında uyanan coşkuların da yardımıyla, coşkusal, duygusal bir boyuttan, hakkel-yakîn bir mertebeden muhatap olabilme imkanı doğacaktır. İşte bu imkan enaniyettedir.
Enaniyet, aklın yatay kıyaslarıyla açılan pencerelerde kendini gösteren sıfatlara insanın iç dünyasına ve Allah’a doğru dikey kıyaslamalar yapabileceği bir alettir. Kendi varlığında duyumsadığı şefkatin gereği olarak gösterdiği feragata ve feragatli ikrama kıyasen, tüm kainatı, özellikle dünyayı bir sofraya dönüştürerek ikram edebilmenin arkasındaki şefkati ve rahmeti kavrayabilecektir. İnsan bir sahiplenme duygusuna sahip olduğu içindir ki, kendisinde var olan sıfatları en derin, en içsel bir boyutta algılayabilir, bu algılama neticesinde kendi Yaratıcısının dikey boyutta kıyaslayarak, kendisini var edene empati yapabilir bir varlık konumuna geçmiştir. Özellikle coşkusal duygulanımların insanın varlığında açığa çıkışı, insanın benliğinde kendisini Yaratanın coşkularını anlamaya dair ciddi bir veriye dönüşebilmektedir. Benlik sahibi varlığın ikram ederken aldığı lezzet ve bu lezzet içerisinde kendini gösteren aşkın duygular, Yaratıcıdaki müteâl coşkuların anlaşılabilmesi için bir kıyas zeminine dönüşecektir. Benlikteki bu kıyaslar, kâinatı bir sofraya dönüştürmekle alınabilecek tasavvuru mümkün olmayan hadsiz ve müteâl lezzeti , bu lezzetin muhatabında açığa çıkacak müteâl coşkuları anlayabilmesine bir merdiven olacaktır. Böylece, özünde var olan özgürlüğün açığa çıkabilmesi için yaratıldığı bu perdeli diyarda, kendisini yaratana perdesizce, hem de en yüksek bir dereceden muhatap olabilecektir.
Kendi özüne sevdalı olarak yaratılan, öze, asıl kaynağa aşk duygularıyla bağlı olan benlik, kendi varlığının edilgenliği arkasında, insanı insan yapan özü yaratarak ikram eden, bir başka kudrete dayanmadığı halde var olan mutlak bir ‘öz’ün, gerçek bir kaynağın, bir Ehad-i Samed’in varlığını idrak edecektir. Bu idrak neticesinde kendini, kendi varlığının özü olan ‘öz sevdası’nın, öze yönelik duygularının gücüyle aşacak, herşeyin aslı ve özü olan İlahî coşkulara muhatap olarak gerçek kaynağa yönelecek ve herşeyin aslı olan Yaratıcısına bağlanacaktır. İşte, tam bu noktaya gelindiği zaman perde yırtılacak, huzurda huzurlu bir muhatabiyetin kapıları aralanacaktır.
Rahmet, İhsan ve İnsan
Hadis kaynaklarında, Resûlullah ve arkadaşları oturmakta iken Hz. Cebrâil’in sahabeden bir insan suretinde gelerek sahabenin önüne geçip Resûlü Ekrem’e “iman, islam, ihsan ve kıyametin alâmetleri” hakkında soru yönelttiği geçmektedir.[13] Resûlüllah sorulan her sorunun cevabını küçük ayrıntılarla verecektir. İslam, iman ve kıyamet gibi insanın ve dünya hayatının en temel konularına dair sorular sorulması anlaşılır bir durumdur. Bu kritik konulara karşılık ‘ihsân’ kavramının bu önemli konular arasında yer alması insanın dikkatini çekmektedir. Resûlü Ekrem bu soruyu ise, “İhsan, sanki Allah’ı görüyormuşsun gibi O’na kulluk etmendir” diye cevaplayacaktır.
Perdeli bir diyarda yaratılan insan bir yandan aklının yardımıyla sebep-sonuç ilişkilerini sorgulayarak gaybî pencerelerin önüne gelirken, diğer taraftan ikramlarla kuşatılan nefsinde, ikramlar neticesinde uyanan duygularının tahrikiyle git gide şiddetlenen bir merak duygusuyla Yaratıcısını aramakta ve tanımak istemektedir. Bu süreç Yaratıcısını bin bir ismiyle tanıdığı bir döneme ulaşmakta, bu tanıma Yaratıcısına dair kalbinde derin sevgi ve haşyet duygularını uyandırmaktadır. İnsan, fıtratının ve merak duygusunun sâikiyle, vicdanın coşkusal şehadetiyle, benliğinin yardımıyla Yaratıcısının sıfatlarına ve şuûnatına[14] dair yaptığı içsel kıyaslar neticesinde Rabbini sanki görürcesine muhatap olabilmektedir. İhsan, kelime anlamı olarak beklentisiz vermek anlamına geldiğine ve ihsanın karşılığı ancak ihsan olabileceğine göre, böylesi bir muhatabiyet neticesinde insan, Rabbisinin kendisine ihsanlarına karşılık sahip olduğu yegane şeyi, kendi varlığını sunarak, ihsan ederek karşılık vermeyi ister bir hale geçmektedir. Ubuduyetin ruhu bu ihsan hâlidir, insanın Rabbine en yakın olduğu, iman ve islam arasından fışkıran, duygusal yoğunluklu bir mertebedir.
İhsan ile örtüşen, başka bir ifade ile ihsan halinin potansiyel şekli olan rahmet, vermenin olduğu, almanın veya alma beklentisinin olmadığı bir durumda açığa çıkmaktadır. Merhametli bir varlık verir, ikram eder, yardımcı olur, yüceltir fakat tüm bu eylemlerini beklentisizce gerçekleştirir. Oysa Allah ikram ve ihsanına karşılık bir ibadet ve dua beklemektedir. Bu durum bir çelişki oluşturmayacak mıdır?
Kur’an’a dikkatlice muhatap olunca, Allah’ın bir mafya babası gibi prensipler koyarak, uymayanları acımasız bir tarz ile cezalandırmaya hazır bir diktatör olmadığı, aksine prensipleri insanın tüm yönleriyle inkişâf ederek gelişebilmesi için koyduğu, prensiplere uymayanları ise özür diledikleri sürece affetmeye hazır olduğu görülmektedir.[15] Özür dilemek, ihsan eden, yardımcı olanın ihsanındaki ve yardımındaki yüceliği tasdik anlamına geldiği, geriye dönüşün bir habercisi olduğu için oldukça önemlidir. İkramlara mazhar olan şahsın iç âleminde, ikram edenin niyetindeki güzelliği bir tasdik veya geriye doğru dönmeye bir niyet olmayınca, insanın insaniyetinin gereği olan yüceliği yakalaması imkansızdır, tehdidi ve tahkiri bu nedenlerle hak etmiş olur.
Yaratıcıda aşkın olarak kendini gösteren rahmet sıfatı, diğer tüm sıfatlarının merkezinde ve nihayetinde kendini göstermektedir. Kainatın aşkın Yaratıcısının tüm eylemlerinin arkasında rahmeti vardır. Rahmet sahibi olmasa neden yaratarak vücût versin, neden ikram, ihsan ve mağfiret etsin? Rahmeti olmasaydı veri miydi bu hayatı, hayatın içerisindeki bin bir nimeti, bu mahşerî masnûatı süsleyerek yaratır mıydı? Bunca hatalarına isyanlarına rağmen, nefes aldırır mıydı bu kadar gafil, nankör ve isyankâr kullarına? Bu kainatın ve insanın Yaratıcısı rahmetiyle aşkındır, merhametiyle kendi prensiplerini dahi aşabilmekte, hataları görmezden gelmekte, affetmek için bahane aramaktadır. Kur’an’daki “siz hataların büyüklerinden kaçınınca, biz de küçüklerini görmezden gelir, örteriz” anlamındaki onlarca ayet bu gerçeğin sözlü tasdîkleridir.
V. Bir İnsan Olarak Muhammed (s.a.v) ve Mîrac
Aşkın bir rahmet sahibi olan Allah, benliğinde aşkın duygular taşıyan muhataplar aramaktadır. Kendisine muhatap olanların içerisinde, kendi benliğinden geçtiği halde, merhamete muhtaç olanlardan geçmeyen, nefsindeki aşkın şefkatin gereği olarak, kendi nefsinden geçtiği halde ikrama muntazır olan nefisleri çiğnemeyen birini elbette seçecektir. Bu tarife bil içtima ve bil ittifak layık olan Muhammed (s.a.v.)’dir. Çünkü:
Gerek risaletten önce, gerekse risalet döneminde tüm hayatı boyunca bir başka nefsin rağmına hareketi olmamıştır. Enaniyetini kibre vesile kılmamış, rabbini tanımaya samimi bir merdiven kılmıştır. Hadis külliyatında kayıtlı sözlerinin bir çoğunda kendini gösteren gerek muhataplarına, gerekse Rabbine karşı empatik yaklaşımları kendi nefsini ve benliğini çok iyi tanıdığının, aklını mustakim bir tarz ile kullandığının sayısız şahitleridir. Taif’te bin bir hakaretle ayakları kanayıncaya kadar taşlandıktan sonra “bilmiyorlar Rabbim, bilselerdi yapmazlardı” diyerek Allah’a kendisini taşlayanları helak etmemesi için onların adına istiğfarda bulunan birisidir o. Taif halkını helak etmekle görevli olarak kendisine gönderilen ve “Beni Rabbin gönderdi Ya Muhammed! Dile, iki dağı birleştirerek Taif halkını helak edeyim!” diyen meleği “Hayır! Onları helak etme! Umulur ki Rabbim onların neslinden kendisine kulluk eden bir ümmet yaratır” diyerek geri çevirmiş, kendisini taşlayanlardan pek ümidi olmadığı halde, taşlayanların neslinden ve Allah’ın rahmetinden ümidini kesmemiştir. Tüm hataları önceden mağfiret edildiği halde, ibadetten geri kalmamış, ibadetinde o kadar bulunduğu hayat mertebesinden koparak Allah’a yönelmiştir ki, bir defasında eşi Hz. Aişe, Resûlüllah’ın secdesinin uzunluğu yüzünden onun ruhunu teslim ettiğini zannetmiştir.
Resûlü Ekrem, insan kalbindeki aşkın muhabbetin, vicdanındaki aşkın coşkuların, nefsindeki aşkın şefkatin, aklındaki aşkın muhatabiyetin, benliğindeki aşkın zâtî sevdaların tümünü, ihsan halinin halka ve hakka yönelik her iki tarzını varlığında en yüksek derecede buluşturmuştur. Neticede müteâl rahmet sahibi olan Allah, bu alemin hikmetini çözerek arkalarındaki hakikatleri şefkatli bir hal ve korkusuz bir teslimiyetle ilan eden Zat-i Ahmed'i; hakikatlerin direkt olarak görülemediği, ancak dolaysısı ile hikmetlerin arkasında göründüğü bu ilişkiler aleminden, hakikatlerin perdesiz bizzat müşahede edildiği makamlara, kaynağından seyredildiği Arş-ı Azam'a götürerek, onda bir mutlak yakınlık, bir daimi huzur oluşturmuştur. Ki, en çirkin muamelede, en ümitsiz bir durumda bile Resulüllah (a.s.m)'da bir zillet, bir fütur meydana gelmemiştir ve hikmet dairesinin olayları onu kalıcı bir şekilde etkileyememiştir.
—Simgesel bir anlatım olarak anlaşılmak kaydıyla— Aklî muhatabiyetinin simgesel bir şekli olarak Mescid-i Haram’dan alınan Muhammed (s.a.v.), Mescid-i Aksa’ya kadar seyrettirilmiştir. Sıfat ve şuunat-ı İlâhiyeye dair benliğindeki aşkın mukayeselerin neticesinde içerisine girdiği ihsan halinin bir gereği olarak, semavatta seyr-ü sefer ile Arş-ı Âzam’a kadar götürülmüştür. Sonrasında ise, geride bıraktığı arkadaşlarına dair nefsinde taşıdığı şefkat, Rabbinin sıfatlarına dair dimağında olgunlaşan marifet, benliğinde kendisini ve kainatı aşkın bir rahmet ile yoğurarak yaratan Zât’ın varlığına karşı, kendi varlığını hiçliğe indirgeyen aşkın bir teslimiyet ile Cebrâil (a.s.)’ı geride bırakarak Allah’ın huzuruna girmiştir. Huzurda geçen tarifi zor muhatabiyet, bu muhatabiyet esnasında geçen konuşma, her namazda tekrar ettiğimiz ‘tahiyyat’ta özetlenmiştir: Huzur-u İlâhiye giren Resûlüllah “tüm hayatlanmalar, bereketlenmeler, dualar ve istiğfarlar, tüm güzel kelimeler, hamd-ü senâlar ancak Allah içindir”[16] diyerek, geldiği alemin Allah’a yönelik tüm tesbihat ve tahmidatını, onların adına Allah’ın huzurunda sözlü olarak beyan etmiş, onlar adına doğrudan Allah’a yöneltmiştir. Onlar adına Allah’ın huzurundaki elçiliğini hakkıyla yerine getirmiştir. Resûlünün bu ifadelerine karşılık Cenab-ı Hak onu “Ey haberci —peygamber—, selam senin üzerine olsun”[17] diyerek karşılamıştır. Cenab-ı Hakkın bu kendisine özel selamı karşısında Resûlüllah kendinden geçmemiş, sarhoş olmamış, tevazu beyan etmemiştir. Kendisinin çıktığı bu şuhudî makamlara çıkamayan ama çıkma arzusunda olan arkadaşlarının kaygısını duyumsayarak, kendisine özel olarak verilen tekil selamı, “selam bizim üzerimize olsun”[18] diyerek genelleştirmiştir. Sonrasında sözünü, “sana kulluk kaygısı içerisinde olan tüm kullarının üzerine de”[19] hitabıyla, tüm zamanlardaki mü’min insanların üzerine yayarak tamamlamıştır. Bu konuşmaya şahitlik eden Hz. Cebrâil, ortamdaki manen müteâl güzelliği “şahitlik ederim ki ilâh ancak Allah’tır ve Muhammed O’nun resûlüdür” diyerek tekmil etmiştir.
Allah’a muhatap olan Muhammed (s.a.v.), özetle “tüm güzellikler senin içindir” sözüyle kainatı ve kendini beklentisizce Allah’a sunmuştur. Allah’ın kendisine yönelik olan selamını beklentisizce Allah’ın kullarının üzerine yaymıştır. Bu hal ihsan halinin iki vechesidir, Rahmetiyle kendi azâmetine, kibriyâsına, kahrına, ulûhiyetine aşkın olan Allah’a, teşekkürün en yüksek boyutu olan ihsan ile kendi varlığını sunan, şefkatiyle geride kalanların kaygısını yüreğinde hissederek, bu kaygıyı söze dökerek Allah’taki o rahmete en yüksek boyuttan muhatap olduğunu, insaniyetinin hakkını her boyutta yerine getirdiğini ispat etmiştir. Bu hale muhatap olan en yüksek bir meleği dahi şehadete getirmiştir. Şefkatinin gereği olarak, Allah’a huzurunda muhatap olmanın verdiği lezzetten dahi feragat ederek, huzurda kalmayı istememiş, derin bir teslimiyet ile, risalet vazifesine devam etmek üzere geriye, arkadaşlarının yanına dönmüştür.
Sonuç
Allah insanı meleklerden farklı olarak özgür ve özgün bir varlık olabilmeleri ve mecburiyet hissetmedikleri halde Varlığındaki, şuunatındaki, sıfatlarındaki, isimlerindeki, fiillerindeki ve icraatlarındaki kemâle ve cemâle muhatap olarak tasdik ve ifade edebilmeleri için yaratmıştır. Özgürlüğün temini için kudretinin ve kahrının doğrudan görülmediği, ancak dikkatlice nazar edildiği takdirde fark edilebileceği perdeli bir diyara geçici olarak indirmiştir. Bu perdeli diyarda perdeleri aralayarak isimlerine muhatap olabilmeleri için aklı, sıfatlarını içsel bir mertebede duyumsayarak şükredebilmeleri için nefsi, kıyaslar yaparak Zât’ına perdesizce muhatap olabilmeleri için benliği, perdeli ve karışık, kaygan bir diyarda fazlaca şaşırmamaları için vicdan ile destekleyerek ihsan etmiştir. Şükür merkezi olarak nefsi, tefekkür merkezi olarak aklı ihsan ettiği gibi, anlamsal yoğunlaşmaların bir tezahürü olan duyguların merkezi olarak ise kalbi hediye etmiştir. Heva ve heves ile dünyanın zahirî yönünün sıkıcı atmosferinden istifade edebilmelerini sağlamıştır.
İnsanı en güzel bir mahiyet ve kıvamlaşma halinde yaratan Zât adına insanın mahiyetine baktığımız zaman ise; ancak, nefsiyle, benliğiyle, aklıyla kalbi kadar barışık olabilen ve kalbinin Allah’tan gayrısına sevdalanması ile, vicdanının Allah’tan fazla acıma duygularına kapılması ile onların da nefis kadar, ene kadar riskli olabileceğini görebilen ve bu risklerden kaçınabilmeyi başarabilen bir insanın rahat ve doyurucu bir nefes alabileceği, aldırabileceği anlaşılmaktadır.
 
SALİH ÖZAYTÜRK
[1] Kütüb-ü Sitte Muhtasarı (İbrahim Canan) 13. Cilt, sa: 458
[2] Malumdur, kılavuzu karga olanın...
[3] “Hem onun mahiyeti harfiyedir; başkasının mâ­nâsını gösterir. Rububiyeti hayaliyedir. Vücudu o kadar zayıf ve incedir ki, bizzat kendinde hiçbir şeye tahammül edemez ve yüklenemez.” Bediuzzaman Said Nursi 30. Söz 1. Maksad
[4] “...Ene, kendi zâtında hava gibi zayıf bir mahi­yeti olduğu halde, felsefenin meş’um nazarıyla mânâ-yı ismî cihetiyle baktığı için, güya buhar-misal o ene temeyyü edip, sonra ülfet cihetiyle ve mad­diyata tevaggul sebebiyle güya tasallüb edi­yor. Sonra gaflet ve inkârla o enaniyet tecemmüd eder. Sonra isyanla tekeddür eder, şeffafiyetini kaybeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev-i insanın efkârıyla şişer. Sonra sair insanları, hattâ esbabı kendine ve nefsine kıyas edip, on­lara—kabul etmedikleri ve teberrî ettikleri hal­de—birer firavunluk verir. İşte o vakit Hâlık-ı Zül­celâlin evâmirine karşı mübareze vaziyetini alır, “Bu çürümüş, kemikleri kim diriltecek” der, meydan okur gibi Ka­dîr-i Mutlakı acz ile itham eder. Hattâ, Hâlık-ı Zülcelâlin evsafına müdahale eder; işine gelme­yenleri ve nefs-i emmârenin firavunluğunun ho­şuna gitmeyenleri ya red, ya inkâr, ya tahrif eder.” Bediuzzaman Said Nursi 30. Söz 1. Maksad
[5] Seminer esnasında hayat ile canlılık farkına dikkat çeken dikkatli bir arkadaşın uyarısına binaen, görebildiğimiz alemde bazı varlıklarda kendini gösteren canlılığın, hayatın bir tezahürü olduğunu, cansız diye nitelenen cisimlerdeki halin bu cisimlerin hayatsız olduklarına delalet edemeyeceğini, metindeki ifadelerin meselenin anlaşılması için bir basamak olduğunu ifade etmiş olalım. Bir aşağıdaki basamağın yukarıdaki basamaktan aşağı olduğunu söylemek, aşağıdaki basamakta bir yükseklik olmadığı anlamına gelemez. En aşağıdaki basamak dahi, yokluk basamağına oranla yeterince yüksek bir mertebededir.
[6] “Nasıl ki şu ağacın kesretli dal ve budakları bir­tek çekirdekten gelmiş ve şu ağacın san’atkârının icad ve tasvirde vahdetini gösteriyor. Sonra şu ağaç, dal ve budak salıp tekessür ve intişar ettik­ten sonra, bütün hakikatini bir meyvede toplar, bütün mânâsını bir çekirdekte derc eder, onunla Hâlık-ı Zülcelâlinin halk ve tedbirindeki hikmetini gösterir. Öyle de, şu şecere-i kâinat, bir menba-ı vahdetten vücut alır, terbiye görür. Ve o kâinatın meyvesi olan insan, şu kesret-i mevcudat içinde vahdeti gösterdiği gibi, kalbi dahi, iman gözüyle kesret içinde sırr-ı vahdeti görür.” Said Nursi, Sözler, 32. Söz, 2. Mevkîf
“Şu şecere-i kâinatın semeresi olan beşer, kâinatın vücudundan ve ica­dından maksud odur ve icad-ı mevcudatın gayesi de odur. Ve o meyvenin çekirdeği olan insanın kalbi dahi, Sâni-i Kâinatın en münevver ve en câmi bir aynasıdır. İşte şu hikmettendir ki, şu kü­çücük insan, neşir ve haşir gibi muazzam inkılâp­lara medar olmuş kâinatın tahrip ve tebdiline se­bep olur” (a.g.e.)
[7] “Vicdanda mündemiçtir bir incizap ve cezbe. Bir câzibin cezbiyle daim olur incizap.
Cezbe düşer zîşuur, ger Zülcemal görünse, etse tecellî daim pürşâşaa bîhicap.
Bir Vâcibü’l-Vücuda, Sahib-i Celâl ve Cemal, şu fıtrat-ı zîşuur kat’î şehadet-meab.
Bir şahidi o cezbe; hem diğeri incizap.” Said Nursi, Sözler, Lemaat, “Vicdan Cezbesi İle Allah’ı Tanır”
[8] “Fıtrat-ı zîşuur olan vicdandaki incizap ve cezbe, bir hakikat-i cazibedarın cezbesiyledir.” Said Nursi, Mektubat, Hakikat Çekirdekleri, 14
[9] “Ben sizin günah işlemenizden çok, size ikram edilen nimetlere şükretmemenizden korkuyorum. Dikkat edin, şükredilmeyen nimetler, öldürücü ve yok edicidir.” Hz.Muhammed (s.a.v.), Camiu’s Sağîr 5:253, Hadis No:7197
[10] “Ey tatmin olmuş nefis, dön Rabbine, razı olmuş, razı olunmuş olarak...” Kur’an, 89 (Fecr Suresi), 28
[11] Kusurlu, noksaniyetli, mütegayyir, kararsız, elemli cismaniyetin ebediyetle ve Cennetle ne alâkası var? Madem ruhun âli lezâizi vardır; ona kâfidir. Lezâiz-i cismaniye için bir haşr-i cismanî neden icab ediyor?
Elcevap: Çünkü, nasıl toprak suya, havaya, zi­yaya nisbeten kesafetli, karanlıklıdır, fakat mas­nuât-ı İlâhiyenin bütün envâına menşe ve medar olduğundan bütün anâsır-ı sairenin mânen fev­kine çıktığı gibi; hem kesafetli olan nefs-i insa­niye, sırr-ı câmiiyet itibarıyla, tezekkî etmek şar­tıyla bütün letâif-i insaniyenin fevkine çıktığı gibi; öyle de, cismaniyet en câmi, en muhit, en zengin bir âyine-i tecelliyât-ı esmâ-i İlâhiyedir. Bütün ha­zâin-i rahmetin müddeharâtını tartacak ve miza­na çekecek âletler cismaniyettedir. Meselâ, dil­deki kuvve-i zâika, rızık zevkinde, envâ-ı mat’u­mat adedince mizanlara menşe olmasaydı, herbi­rini ayrı ayrı hissedip tanımazdı, tadıp tartamazdı.
Hem ekser esmâ-i İlâhiyenin tecelliyâtını hisse­dip bilmek, zevk edip tanımak cihâzâtı yine cis­maniyettedir. Hem gayet mütenevvi ve nihayet derecede ayrı ayrı lezzetleri hissedecek istidatlar yine cismaniyettedir. (Bediuzzaman Said Nursi, Sözler, Yirmi Sekizinci Söz.)
[12] “Sâni-i Âlem, arzı istediği gibi ve hikmeti iktiza ettiği gibi yaratmıştır. Sizin, ey ehl-i hayal, teşehhî ile istediğiniz gibi yaratmamıştır, akılları­nızı kâinata mühendis etmemiştir.” Said Nursî, Muhakemat, 1. Mesele
Ehl-i zahiri hayse beyse vartalarına atanlardan birisi, belki en birincisi, imkânâtı, vukuâta karış­tırmak ve iltibas etmektir. Meselâ diyorlar: “Böyle olsa, kudret-i İlâhiyede mümkündür. Hem uku­lümüzce azametine daha ziyade delâlet eder. Öy­leyse bu vaki olmak gerektir.”
Heyhat! Ey miskinler! Nerede aklınız kâinata mühendis olmaya liyakat göstermiştir? Bu cüz’î aklınızla hüsn-ü küllîyi ihata edemezsiniz. Evet, bir zira’ kadar bir burun altından olsa, yalnız ona dikkat edilse, güzel gören bulunur! (a.g.e.), 7. Mesele
[13] Kütüb-ü Sitte Muhtasarı , Hadis no: 14; Müslim İman 1; Tirmizi İman 4
[14] Teşbîhen: yoğun coşkusal duygulanımlar.
[15] “Doğrusu Allah, kendine eş koşulmasını bağışlamaz. Bunun aşağısındaki (hataları) dilediği kimse için bağışlar...” Nisa Suresi 48, 116. “Kıyamet günü... -Ey rabbim, bana ‘lâilahe illallah’ diyenlere de şefaat izni ver.. diyeceğim. (Rabbim) diyecek: -Bu hususta sana izin yok. Ancak izzetim, celalim, kibriyam ve azâmetim hakkı için ‘lailâhe illallah’ diyenleri de ateşten çıkaracağım.” Kütüb-ü Sitte Muhtasarı ve Tercümesi, İbrahim Canan, 14. Cilt, sa: 406, 5091. Hadis; Buharî, Tevhîd 19, 36, 37; Tefsîr, Bakara 1, Rikâk 51; Muslîm, İmân 322
[16] Hanefî kaynaklarında “Ettahiyyatu lillahi ves-salavati vet-tayyibatü lillah” olarak geçen bölümdür.
[17] “Es-selamu aleyke ya eyyuhen-nebiyyü”
[18] “esselamu aleyna”
[19] “ve alâ ibadullahus-salihîn”